Halimizi Sorgulamak – 4
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bilmeliyiz ki, ancak tevhidî bir bilinçle İslâmî kimliği kuşanan, gerçek bir mü’min ve Müslim kimliğiyle vahyin şahidliğini, tebliğini üstlenen ve “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” sorumluluğunu yerine getirme azmiyle her türlü fedakârlığa hazır adanmış şahsiyetlerin oluşturduğu örnek bir mü’minler topluluğunun (cemaatin) tebliğ, eğitim ve şahidlik çabalarıyla toplumun tevhîdî dönüşümüne vesile olunabilir. Ancak örnek ümmet nüvesi olan bu Kur’ân neslinin öncülüğünde gerçekleştirilecek dâvet, eğitim, şahidlik ve tevhîdî mücadele sonucunda zamanla Kur’ân’ın mesajı cahiliye toplumu içinde tesirli olabilecek, yaygınlaşıp kitleleşebilecektir. Böylece de toplumun özündekini değiştirmesi sağlanarak karanlıklardan aydınlığa çıkması temin edilebilecektir. Rabbimiz Kur’ân’da; tevhîdi ve adâleti ikame ederek, cahiliye toplumunda var olan şirki, ifsâdı, münkeri izale edecek, cahilî çevre ve kurumlardan kaynaklanan ve sürekli yaygınlaştırılan bu anlamdaki kirlenmeyi engelleyecek bir Kur’ân toplumu olmamızı emretmiştir.
Bunun oluşabilmesi için de, cahiliye toplumundan, imânî, amelî ve yapısal boyutta tam bir ayrışmanın ve uzlaşmazlığın yaşanması, ayrıca bâtıla benzemeye sürükleyecek eğilimlerden uzak durulması gerektiği hem vahiyle bildirilmiş hem de Rasûl’ün önderliğindeki ilk neslin örnekliğinde açık biçimde ortaya konmuştur. Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker sorumluğunu hakkıyla yerine getirip, düşünsel ve amelî boyutlar taşıyan ifsadla mücadele edip ıslah çabasını ısrarla sürdürecek vasat bir mü’minler ve Müslimler topluluğu haline gelmemiz istenmiştir. Böylece Rabbimiz, içinde yaşadığımız cahiliye toplumunu, sahih din anlayışı ve Hak olan değerler istikametinde dönüştürme mücadelesi verecek, Allah’ın rengiyle boyanmış, Kur’ân’ın ahlâkıyla ahlâklanmış örnek bir Müslüman topluluk/ümmet oluşturmamızı emretmiştir.
“Emr-i bi’l Ma’ruf ve Nehy-i ani’l Münker” Bütün Mü’minlere ve İslam Cemaati Üzerine Farzdır
Unutmamalıyız ki, bu büyük sorumluluk her Müslüman’ın üzerine farzdır. Kendimizi sorgulayalım. İmandan sonraki bu en büyük farzı neden ihmal ettik? Neden bu farzı yerine getirme çabalarını akamete ve zaafa uğratacak ilkesizlikler, savrulmalar yaşadık? Neden bu savrulmalara, ilkesizliklere karşı yapılan samimi uyarıları ve “emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker” görevini yapan kardeşlerimizi dikkate almadık ya da neden nefsanî tepkilerle susturup dışladık?
Hâlbuki, Kur’an’ın kurtarıcı ve aydınlatıcı mesajını daha fazla insana ulaştırmak, tüm insanlığa vahyin şahidliğini yapacak “vasat ümmet”i oluşturmak, zorba sistemlere karşı adalet ve hürriyet mücadelesi vererek İslâm’a ve Müslümanlara yönelik saldırıları önleyecek, baskıcı, yasakçı zalimleri geriletecek gücü üretmek, eğitim ve “emr-i bi’l ma’rûf” ile arınma, korunma, gelişme ihtiyacını karşılayacak zemini oluşturmak imânî sorumluluğumuzdur. Evet, önemine binaen bir daha altını çizelim; Mü’minlerin yardımlaşma, dayanışma, bir yere müntesip olma ve güvenlik ihtiyaçlarını gidermek, insanlığa şahidlik yapacak “vasat ümmet”i üretmek ve Allah’ın dinini tek ümmet olarak temsil etmek için kurucu kadro olan Kur’an neslini inşa etmek ve bu neslin öncülüğünde tevhid ümmetini oluşturmak, her Müslüman için akîdevî bir zaruret ve sorumluluktur.
Bu sorumluluğu layıkıyla yerine getirmekte örneklik ve öncülük edecek “vasat ümmet” birlikteliğinin oluşup sürdürülebilmesi ve yozlaşmalara kapının kapatılabilmesi için en önemli görevimiz, diğer kesimlere yapmakla yükümlü kılındığımız “emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l münker” vazifemizi öncelikle birbirimize karşı kendi içimizde gerçekleştirmemizdir. Üstelik, cemaatin dağılmasına yol açacak savrulmalara ve ilkesizliklere karşı bir sigorta görevi ifa edip halimizi ıslah etme ve müntesipleriyle beraber cemaati istikamet üzere koruma işlevi görecek bu çabamızı, sürekli ve diri tutmamız gerekmektedir. Buna rağmen, bu önemli sorumluluğumuzu yerine getirmekte neden büyük zaaf gösterdik?
Hâlbuki, “Emr-i bil maruf nehy-i anil münker” görevi oto kontrol ve özeleştiri için tüm mümin kadın ve erkeklere (Tevbe, 9/71), ümmetin birliği ve helaktan kurtuluşu için hiç olmazsa ümmet içinde bir topluluğa (Âl-i İmran, 3/104), tüm insanlığın uyandırılması için İslam ümmetine (Âl-i İmran, 3/110) ve ilaveten İslam devletine (Hacc, 22/41) yüklenen, evet bu farklı ayetlerde tüm bu kesimlere ciddiyetle hatırlatılan çok önemli bir görevdir.
İbn-i Abbas’ın nakline göre Rasulullah’ın (s) şöyle dediği rivayet edilmektedir: “…iyiliği emredip kötülükten yasaklamayan bizden değildir. (Tirmizi, Birr 15). Buna rağmen, neden bu büyük sorumluluğu ciddiyetle yerine getiremedik?
Bir toplumun kurtuluş veya helakını tayin edecek kadar önemli olan “emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker”, marufu temsil eden ıslah edicilerin yani mü’minlerin hayatlarının vazgeçilmez bir parçasıdır. Yapmaları gereken en sürekli işlerdendir. Namaz ve sabırla birlikte en çok ısrar edilmesi gereken (Lukman, 31/17) ibadetlerin başında yer almaktadır. Böyle olduğu halde, neden günümüzde “emr-i bil maruf nehy-i ani’l münker” yapmak, küçümsenen, dışlanan, suçlanan, hatta alaya alınan bir konuma düşürüldü? Allah (c) ve Rasûlü’nün (s), ısrarla, ciddiyetle ve büyük bir önemle yapmamızı istedikleri bu görevin yerine getirilmesi bazı Müslümanları neden rahatsız ediyor?
Bu Büyük Sorumluluğun Terk Edilmesi Yahudileşme Alametidir ve Bütün Toplumun İfsadına Yol Açar
“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” liberal kaidesini esas almışçasına, Allah’ın dini hususunda “kim ne yaparsa yapsın, kim ne yazarsa yazsın, kim nasıl projeler üretirse üretsin, Allah’ın ayetlerini kim nereye ve nasıl çekerse çeksin, hangi projelere alet ederse etsin, kim ilkesiz davranırsa davransın hoş görmek, boş vermek lazım, bırakınız isteyen istediğini yapsın” tavrı ve söylemi, neden pek çok Müslüman’ı kuşatmış gibi görünüyor? Hâlbuki böyle yaptıkları, birbirlerini münkerden nehyedip marufu emretmedikleri için, İsrailoğulları toptan lanetlenmişlerdi.
“İsrailoğullarından inkar edenlere, Davut ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir. Yapmakta oldukları münkerlerden birbirlerine sakındırmıyorlardı, yapmakta oldukları şey ne kötü idi” (Maide, 5/78-79).
Peygamberimiz (s) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır; “Allahu Teala bütün halka, bir kısım insanların yaptıkları (kötülük) münker yüzünden azab etmez. Ancak aralarında kötülüğü görüp ve onu ayıplamazlarsa, nehyetmeye güçleri yettiği halde bunu yapmazlar ise, böyle yaptıkları zaman, Allah hepsini mahveder” (Mevdudi, İslamî Kavramlar, Pınar Y., 2.baskı, s. 99). Bu kadar açık uyarılara rağmen, neden bizler de Yahudileşenlerin ısırıldığı aynı delikten ısırılmaya doğru sürükleniyoruz?
Rasûlullah (s) bu görevin önemine ısrarla dikkat çekmektedir; Abdullah b. Mes’ud’un rivayetine göre de; “Allah Resulü buyurdu ki: ‘İsrailoğullarına arız olan ilk hastalık şuydu: Bir kişi haram işleyen bir başkasıyla buluşunca ona derdi ki: Ey falan, bu konuda Allah’tan kork ve işlediğin bu haramı terk et, o sana helal değildir. Ertesi gün geldiğinde o kimseyi tekrar o kötü işi işlerken bulur, fakat bu durum onu söz konusu menhiyat sahibiyle yiyip-içmekten, oturup-kalkmaktan (onunla birlikte olmaktan) alıkoyamazdı. Onlar böyle yapınca da, Allah iyilerin kalbini kötülere benzetti.(kalplerini birbirine çarptı)’ Sonra ‘İsrailoğullarından inkar edenler üzerine Davut ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edildi.’ ayetini okuyup ekledi. (Ebu Davud, Melahim 17; Tirmizi, Tefsiru Sure, hadis.5,6) “…‘Kesinlikle hayır, vallahi ya iyiliği emreder kötülükten sakındırırsınız, zalimin eline basarak onun zulmüne engel olur, haklının hakkını alıp haksızlığa karşı koyarsınız, ya da Allah iyilerinizin kalbini kötülerinize benzetir ve tıpkı onlara lanet ettiği gibi size de lanet eder.” (Ebu Davut, Melâhim, 17 (4336-4337); Tirmizi, Tefsir, 5 (3047-3048); İbn Mace, İman, 47 (199,200)).
Düşünebiliyor musunuz, “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” yapmak bile yetmiyor. O kişiler işledikleri münkerden vazgeçmedikçe, onlarla birlikte oturmak, yiyip-içmek bile yasaklanmaktadır. Çünkü münkerden vazgeçmeyenle, onun bu halini nehyetmeden kurulacak birliktelik, beraber oturup kalkmak, yiyip içmek dahi ona ve onun işlediği münkere meşruiyet kazandırabilecektir. Bu ise münkerin işlenmesine katkıda bulunmak, meşruiyet kazandırmak, rıza göstermek anlamına gelecektir. Böylece zamanla diğerinin de ona benzemesi, toplumun bozulması ve helakı kaçınılmaz hale gelecektir.
Müslüman Gruplar Bu Görevi İhmal Ettikleri İçin İlkesizlikler Yaygınlaşmış ve Bölünmeler Artmıştır
Bazı Müslümanlar ise, bâtıl ameller işleyen, İslamî mücadeleye zarar veren ilkesizlikler yapan Müslümanları yanlışlarından döndürmeden ve bu hallerinde ısrar ettikleri halde onlarla birlikte olmayı sürdürerek, daha büyük yozlaşmalara hizmet ettiklerini neden fark etmiyorlar? Bütün bunları bilen Müslümanlara ne oldu da kendilerine yapılan samimi uyarılara karşı düşmanca tepkiler verir hâle geldiler?
Bilinmelidir ki, bir Müslüman, İslamî temel ilke ve ölçülerimize aykırı dostluklar, birliktelikler kuramaz. Yazı ve konuşmalarıyla, hem zihinlerin İslam’ı algılamada yanılmasına, hem de İslam anlayışının tahrifine yol açan söylemleri olan bu ilkesiz kişilerle kamuya açık biçimde birlikte olmayı sürdürdüğünde büyük vebal altına girer. Çünkü bu temel ilkesizlikleri yapan Müslümanları uyarmadan ve yapılan ilkesizliklere sessiz kalarak ya da uyardığı halde aynı sapmada ısrar edenlerle sürdürülen birliktelik, Müslümanların ve davetin muhataplarının nezdinde bu kişilerin meşruiyet kazanmasına ve dolaylı olarak da Hakk’ı tahrife yönelik bâtıl görüş ve davranışlarının, zamanla yaygınlaşmasına yol açar.
Bu yüzden, böyle İslam’a zararlı insanlarla velayet ilişkisi içinde olan Müslümanları uyarmayanlar ya da ıslah olmadıkları ve bu halleri üzere ısrar ettikleri halde onlarla birlikte olmayı sürdürenler de, tıpkı Yahudiler gibi kalplerin benzeşmesi sonucu yozlaşmaya, giderek mevcut birlikteliklerin kirlenmesine ve dağılmasına sebep olmaktadırlar. Müslümanlar bu gerçeği neden görmezler ve Rasûl’ün yaptığı uyarıyı neden dikkate almazlar? Sonuçta da bırakın grupları aşan güçlü bir cemaat/ümmet oluşturmayı, mevcut küçük grupları bile koruyamayıp sürekli yeni bölünmeler yaşandığını neden fark etmezler?
İşte tüm bu sebeplerle, Allah’ın emrettiği kuşatıcı İslam cemaati, mü’minlerin birlikteliği ve tevhidde vahdet bir türlü gerçekleşmiyor ve Allah’ın rahmetini, yardımını hak edecek “vasat ümmet” ve ümmeti inşa edecek kurucu kadro bir türlü oluşturulamıyor. Bunun vebali, tüm Müslümanların ve tabi öncelikle de bu zaaflarla ma’rufun hâkimiyetine engel oluşturup münkerin ve ilkesizliğin yaygınlaşmasına sebep olanların üzerinde olacaktır. Bu vebalin, Allah huzurunda verilecek hesabı, nasıl oluyor da Müslümanları korkutmuyor?